Bazı günler alarm çalmadan uyanıyoruz, bazılarında ise çalan saati defalarca erteliyoruz. “Erken kalkan yol alır” klişesi kulağımızda çınlarken, kendimizi çoğu zaman sabahın erken saatlerinde gözlerini ovuşturan bir mahkum gibi hissediyoruz. Peki gerçekten erken kalkmak başarıyla, mutlulukla ya da verimlilikle eş anlamlı mı?
Bilim bize şunu söylüyor: İnsan biyolojik olarak tek tip değil. Kimimiz günün ilk ışıklarıyla birlikte zihinsel olarak en parlak anlarını yaşarken, kimimiz gece yarısından sonra aklımızın ışığını yakıyoruz. İşte bu farklılık, bilimsel adıyla “kronotip.”
Her kronotipin kendi avantajı var. Sabahçılar daha düzenli uykuya sahip, depresyon riskleri daha düşük ve toplumun temposuna daha kolay uyum sağlıyorlar. Akademik başarı ve iş verimliliğinde genellikle avantajlılar. Ama işin bir de gececi tarafı var. Gececiler yaratıcılıkta, problem çözmede ve bazı bilişsel testlerde sabahçılardan öne çıkabiliyor. Mesele sadece “saat kaçta kalktığın” değil, “saat kaçta en çok sen olduğun.”
Toplum ise bizden sabahçı olmamızı bekliyor. İşe yetişmek, toplantıya hazırlanmak, eğitim sistemi, çocuğu okula bırakmak… Sosyal hayat sabah üzerine kurulu. Bu da gececiler için “sosyal jetlag” denilen, kendi biyolojik saatiyle toplum saati arasındaki uyumsuzluğu doğuruyor. Uykusuzluk, yorgunluk, metabolik riskler işte bu uçurumdan çıkıyor.
En büyük sıkışmışlık tam da burada başlıyor: Kendi ritmimiz ile toplumun ritmi arasında. Tıpkı yaz sıcağında zamanın ağırlaşıp erimesi gibi, biz de arada kalıyoruz. Bir yanımız kalkmak istemiyor, diğer yanımız yetişmek zorunda.
Belki de çözüm sabahın beşinde kalkmak değil de kendi zamanımızla kavga etmemekte. Erken kalkmak disiplin olabilir ama geç saatlere kadar çalışmak da üretkenliktir. Zamanla yarışmak yerine onunla uyum içerisinde hareket edebilmek hem zihinsel ferahlık hem de optimum fayda için anahtar olabilir.
Çünkü hayat bazen yetiştiğimiz ya da yetişemediğimiz yerlerde değil; tam da olduğumuz yerde, kendi ritmimizin içinde akıyor.