“Hayır” demenin suç değil, yaşam hakkı olduğunu unutturan kararlar, adalet terazisini değil, kadınların güvenini sarsıyor.

Ceyda Yüksel, 20 Ağustos 2020’de Bornova’daki evinde öldürüldü. Katil Serkan Dindar, önce müebbet cezası aldı. Ancak mahkeme, cinsel yakınlaşma talebini reddeden Ceyda’nın tavrını “tahrik” saydı ve ceza 18 yıla indirildi. Yargıtay da bu indirimi “isabetsiz değil” diyerek onadı.

Bir insanın yaşama hakkı, bir başkasının reddedilme karşısındaki gururu ile eşitlenebilir mi? “Hayır” demek nasıl olur da karşı taraf için bir tahrik, öldürmek için bir mazeret kabul edilir? Hukuk, yaşamı korumak için vardır; kırılgan egoları onarmak için değil.

“Elem ve öfke” mi, yoksa toplumsal bir öğreti mi?

Karar gerekçesinde geçen “elem ve öfke” kelimeleri, aslında yıllardır erkekliğe yüklenen öğretiyi açığa çıkarıyor. Erkek öfkesi, kadının “hayır” deme hakkının üstünde tutuluyor. Bu dil, yalnızca bir hukuki gerekçe değil, kadınların her gün hissettiği tehditin soğuk bir kaydıdır.

Kadınların güveni, adaletin terazisinden daha hassas...

Bir kadının sınırını çizmesi, onun en doğal hakkıdır. Ancak bu karar, kadınların “hayır” deme cesaretini değil, “acaba başıma ne gelir” kaygısını büyütüyor. Oysa adaletin asli görevi, hayır demeyi güvenli kılmak olmalıydı.

Yargının kendi aynasına bakma zamanı

“Haksız tahrik” indirimleri, dar bir çerçevede kalmalı. Reddin öfke doğurduğu gerekçesiyle indirime gidilmesi, hukukun özünü çarpıtıyor. Yargının dilini eşitlik perspektifiyle yeniden kurması, yalnızca kadınlar için değil, tüm toplum için zorunlu.

Bir annenin mücadelesi, bir ülkenin sınavı

Ceyda’nın annesi, kararı Anayasa Mahkemesi’ne taşıyacaklarını söyledi. Bu yalnızca bir anne feryadı değil; tüm kadınların “hayır” demesini koruyan bir çağrı. Bu dava, bir bireyin değil, bir toplumun sınavıdır.

Bugün Ceyda’nın adı, bize gerçeği hatırlatıyor: “Hayır” demek suç değil, yaşamın ta kendisidir. Hukuk, bu netliği gölgelemek yerine korumakla yükümlüdür.