Denizin kokusu fabrikaların dumanına karışırken Mersin, kimliğini arayan bir şehir gibi iki uç arasında salınıyor.
Mersin… Akdeniz’in en cömert limanı, narenciye kokulu sokaklarıyla, sırtını Toroslara dayamış bir kent. Ancak son yıllarda bu güzel şehir, adeta bir kimlik arayışına girmiş durumda. “Turizm kenti mi, sanayi kenti mi?” sorusu, Mersin’in geleceğini belirleyecek en kritik tartışmalardan biri haline geldi.
Bir yanda her köşesinde tarihin izlerini taşıyan antik kentler, masmavi koylar, yaylalar… Diğer yanda bacalarından duman tüten fabrikalar, konteynerlerle dolup taşan limanlar, ağır sanayinin sesi. Bu iki dünyanın kesiştiği yerde Mersin, kendini yeniden tanımlamak zorunda.
Turizm potansiyeli tartışmasız. Kızkalesi’nden Tarsus’un taş sokaklarına, Çamlıyayla’nın serinliğinden Anamur’un muz bahçelerine kadar uzanan bir zenginlik var. Fakat ne yazık ki bu güzelliklerin çoğu, plansızlık ve tanıtım eksikliği yüzünden hak ettiği ilgiyi göremiyor. Turizm yatırımları genellikle günübirlik ya da sezonluk kalıyor. Şehrin merkezinde bile, denize sırtını dönmüş bir kent silueti var.
Öte yandan sanayi, Mersin’in dinamosu gibi. Türkiye’nin en büyük limanına sahip şehir, lojistikte bölgenin kalbi. Serbest Bölge, organize sanayi bölgeleri, uluslararası ticaret ağları… Bunlar Mersin’i güçlü kılan unsurlar. Ancak bu güç, çevreyi ve yaşam kalitesini tehdit edecek boyuta ulaştığında, sürdürülebilir bir gelecekten söz etmek zorlaşıyor.
Asıl mesele şu: Mersin, sanayiyle turizmi birbirine rakip görmekten vazgeçip, bu iki gücü uyumlu bir şekilde birleştirebilir mi? Akıllı planlama, çevreye duyarlı üretim, kıyıların korunması ve turizmin dört mevsime yayılmasıyla bu denge kurulabilir.
Mersin’in deniziyle sanayisi, tarihiyle ticareti bir arada yaşayabilir. Yeter ki bu şehir, bir kimlik karmaşası içinde savrulmak yerine, “Akdeniz’in modern liman kenti” vizyonunu sahiplenmeyi bilsin. Çünkü Mersin’in gerçek potansiyeli, bu iki dünyanın kesiştiği noktada saklı.