Yaşam ile ölüm arasında bazen yalnızca bir telefon sesi var.
Açtığında dünyan değişiyor.
Geçmişten kareler bir anda gözünün önüne düşüyor: bir kahkaha, paylaşılmış bir sır, çoktan unuttuğunu sandığın küçük bir ayrıntı…
O an fark ediyorsun; insanı yaşatan şey büyük anılar değil, küçük izler.
Ölüm haberi zamanı durduruyor.
Senin için dünya donarken, dışarıda hayat akmaya devam ediyor: güneş batıyor, trafik ilerliyor, çocuklar oynuyor.
İşte o çelişki en ağır derslerden aslında: bizim için biten bir şey, hayat için hâlâ sürüyor.
Ve anlıyorsun ki ertelediğin aramalar, yarına bıraktığın buluşmalar, hiç söylemediğin cümleler… Hiçbirinin garantisi yok.
Kaybın ardından bunlar ayrı dokunuyor insana.
Ama ölüm aynı zamanda yaşamı daha kıymetli mi kılıyor?
Geriye kalanlara daha sıkı sarılmayı, küçük anıların değerini bilip büyütmeyi öğretiyor.
Tabii ki bir süreliğine… sonra unutuyor ve yine aynı karmaşaya dönüyoruz.
Hayatta kalmak için biraz da unutmak zorundayız sanki… veya alışmak.
Belki de hayatın özü şu kadar sade:
Varlık da yokluk da geçici.
Bu satırlar, arada hatırlamak için hepimiz adına bırakılmış küçük bir iz…