Engellilik bireysel bir kusur değil; toplumun eşitsiz düzeninde görünür kılınmayı bekleyen bir hak mücadelesidir.

Takvimler 3 Ekim’i gösterdiğinde, bir günlüğüne hatırladığımız bir gerçek yeniden çalar kapımızı: Engellilik, bireylerin değil toplumların sınavıdır. Yollarımızın, kurumlarımızın, hatta dilimizin ne kadar kapsayıcı olduğuna dair sessiz bir yoklamadır.

Bugün belediyelerin sosyal medya hesapları bu anlamlı güne dair cümlelerle dolacak. Birkaç okulda paneller yapılacak, belki kimi kurumlarda farkındalık afişleri asılacak. Oysa engelliliğe dair sorunlar, yalnızca bugünde konuşulup ertesi gün rafa kaldırılacak kadar hafif değil. Çünkü mesele, kutlama değil; erişilemeyen hayatlara açılan eşitsiz kapılar.

Bir düşünün: Bir rampa eksik olduğu için işe gidemeyen, bir görsel materyale alternatif metin yazılmadığı için habere erişemeyen, toplu taşımada yardım isteyince bakışlara hedef olan milyonlarca insan yaşıyor bu ülkede. “Normal” diye bildiğimiz düzen, bazı vatandaşlara her gün yeni bir duvar örüyor. O duvarın adı çoğu zaman engel değil; ihmal.

Engellilikle yaşayan bireylerin beklentisi lütuf değil, eşitliktir. İstihdam hakkı, bağımsız yaşam hakkı, eğitime erişim hakkı… Hepsi anayasanın güvencesindeki temel haklar. Bu hakların hayata geçmesi ise ancak toplumun, siyasetin ve yerel yönetimlerin aynı masada sorumluluk paylaşmasıyla mümkün.

Belki de 3 Ekim’in en büyük anlamı, hepimize şu soruyu sordurmasıdır:
“Farkındalığımız bir gün mü sürecek, yoksa hayatın tamamına yayılacak mı?”

Cevabı verecek olan biziz. Erişilebilir bir ülke hayal değil; yeter ki görmekle yetinmeyip değiştirmeyi de seçelim.