Sabahın ilk ışıklarıyla elimize aldığımız telefon, avucumuzun içinde titreyen bir dünya. Patlayan füzeler, çöken ekonomiler, isyanlar, krizler...

Görüntüler ve başlıklar zihnimize birbiri ardına hücum ediyor. Ve o can alıcı soru gelip boğazımıza düğümleniyor: Dünyanın gerçekten çivisi mi çıktı yoksa her şeyi anında görmemizi sağlayan teknolojinin algımıza oynadığı bir oyun mu?

Belki de her ikisidir!

Bir yanıyla, bu bir algı meselesi. Yüz yıl önce, dünyanın öbür ucundaki bir savaş, haftalar sonra ulaşan bir gazete haberiydi. Bugün ise aynı savaş, anında cebimize düşen bir bildirim, canlı yayında izlediğimiz bir trajedi. Tarihteki her krizden, her acıdan anında haberdar olmanın getirdiği o ezici ağırlık, elbette ruh halimizi etkiliyor. Sanki tüm dünyanın yükünü aynı anda omuzlarımızda taşıyor gibiyiz.

Ama madalyonun diğer yüzünü de görmezden gelemeyiz. Füzeler, ekonomik krizler ve iklim felaketleri birer sanal gerçeklik değil. İşte tam bu noktada, savaşın kendisi de kabuk değiştirdi.

Savaşlar eskiden cephelerde süngülerle, toplarla, tanklarla yapılırdı. Düşman belliydi, cephe hattı netti. O nesiller geride kaldı. Şimdi ise “Beşinci Nesil Savaş” çağındayız. Bu savaşın ne cephesi var ne de üniformalı askeri. Hedef topraklarımız değil, doğrudan zihinlerimiz! Mermisi, sosyal medya akışımıza düşen bir yalan haber. Bombası, toplumdaki fay hatlarını derinleştiren bir provokasyon.

Teknoloji bize her şeyi gösteriyor ama aynı teknoloji birilerinin bize neyi, nasıl ve ne kadar korkarak görmemiz gerektiğini tasarladığı bir savaş alanına dönüştü. Beşinci nesil savaş, gerçek bir krizi alıp algı operasyonlarıyla onu bin kat daha büyük ve daha umutsuz bir kaosa çevirir. Amacı irademizi kırmak, bizi birbirimize düşürmek ve en sonunda “artık her şey bitti” diye düşünmemizi sağlamaktır.

Sonuçta soru, “gerçek mi, algı mı?” değil. Asıl mesele, gerçeğin ve algının iç içe geçtiği bu yeni dünyada, algımızın da bir savaş sahası olduğunu anlamaktır. Dünyanın çivisi belki de gerçekten oynamıştır. Ama birileri, biz o sallantıyı hissederken paniğe kapılalım diye zemini sürekli titretmeye devam ediyor.

Bu durumda bize düşen, basitçe sakin kalmak değil, bilinçli bir direniş göstermektir. Zihnimizi, bize dayatılan her düşüncenin giriş vizesi sorduğu bir sınır kapısı haline getirmektir. Bu kapıda parola, vicdan ve akıl olmalı. Çünkü bu sarsıntıda ayakta kalmanın yolu dünyanın çivisini tek başımıza yerine takmaya çalışmak değil, enkazın altında kendi ahlaki pusulamızı kaybetmemektir. Asıl zafer en gürültülü kaosun ortasında bile o pusulaya sadık kalabilmektir.