Ağustos yalnızca tenimizi değil, cebimizi de kavuruyor.

Klimalar daha fazla çalışıyor, faturalar kabarıyor, markette aldığımız her şeyin fiyatı bir adım daha yukarı çıkıyor. Sanki güneş sadece asfaltı eritmekle kalmıyor, bütçeleri de eritiyor.

Ekonomiyle iklimin kesiştiği yerde yaşıyoruz artık. Bir kilo domatesin fiyatı sadece enflasyonla değil, aynı zamanda kuraklıkla belirleniyor. Orman yangınları yalnızca doğayı değil, turizmi de yakıyor. Bir bardak suyun değeri hem barajların doluluğuyla hem de cüzdanımızda kalan parayla ölçülüyor.

Ve şimdi bir de okul sezonu başlıyor. Çantalar, defterler, formalar, servis ücretleri… Evlerin mutfak masasında, elektrik faturalarının ve market fişlerinin yanına bir de “kırtasiye masrafı” ekleniyor. Aile ekonomisi de aynı ateşin ortasında.

“İklim krizi uzak bir gelecek” denilirken artık faturada yazıyor, pazar filesinde yazıyor, kırtasiye fişinde yazıyor.

“Ekonomik kriz ayrı bir mesele” denilirken, doğa her gün hatırlatıyor: ayrı değil, iç içe.

Enflasyonu konuşurken hava sıcaklıklarını, tasarrufu tartışırken enerji tüketimini es geçemeyiz. Çünkü cebimizi daraltanla nefesimizi daraltan aynı denklemin içinde.

Zamanla yarışırken hem dünyayı hem de kendimizi tüketiyoruz. Daha çok üretmek için daha çok enerji harcıyoruz; sonunda hem ormanları hem de kazançlarımızı kaybediyoruz. Çocuğumuzun defteri de bu denklemde, evde serinlik için koştuğumuz klimamız da.

Ağustos’un sonunda, yeni okul sezonunun başında, tek bir soru kalıyor:

Gerçekten neyi korumaya çalışıyoruz?

Cebimizi mi, gezegeni mi, çocuklarımızın geleceğini mi… yoksa yalnızca günü kurtarmayı mı?