Bazen ardı ardına gelen olaylar, tesadüf değilmiş gibi hissedilir. Öyle bir döngüye gireriz ki, her yeni gün sanki başka bir darbenin habercisidir. Kötülük, adaletsizlik, hoyratlık… Üst üste gelir. İnsan, kendi hayatının değil, bir kabusun içinde debelendiğini sanır.

İşte tam o anlarda sorarız kendimize: “Nasıl oluyor da bu kadar kötülük aynı anda, bu kadar üst üste yaşanabiliyor?”

Cevap bazen görünürde değildir. Bazen sadece bir his olarak dolaşır içimizde. Sanki öldürücü bir şey var… Zehir gibi… Damarlarda dolaşıyor. Ruhlara işliyor, bakışlara siniyor, ilişkileri bozuyor, davranışları çökertiyor. En tehlikelisi de, insanın içindeki “gelecek” duygusunu yok ediyor.

Umutla bakan gözler, yerini kuşkuya bırakıyor. Paylaşmak yerine savunmaya geçiyoruz, sevmek yerine temkinli oluyoruz. Oysa insana en çok yara açan şey; bir başkasının kötülüğü değil, kendi iyi yanlarını kaybetmeye başlamasıdır.

Toplum olarak da birey olarak da bir arınmaya ihtiyacımız var. Tıpkı zehirlenmiş bir bedenin detoksa, saf suya, dinlenmeye ve doğru besine ihtiyacı olduğu gibi… İçimizde dolaşan bu zehrin panzehiri; empati, vicdan, diyalog ve samimiyettir.

Kötülüğün panzehiri iyiliktir, ama sadece başkasına yapılan değil, kendimize de yöneltilen iyilik. İç sesimizi bastırmadan, kalbimizi duymaya cesaret ederek…

Zehir her zaman bir anda etkisini göstermez. Sessizdir, sinsidir, yayılır. Ama iyilik de öyledir. Küçük küçük büyür, çoğalır, yayılır. Ve sonunda bir gün, o öldürücü zehrin dolaştığı yerleri temizleyebilir.