Gün geçmiyor ki bir kadın cinayetiyle, bir çocuk istismarıyla, bir insanlık suçu ile karşılaşmayalım.
Bu kez karşımızda, genç bir kadını bir valize sığdıracak kadar vahşileşmiş bir kötülük var. Akıl alır gibi değil. İnsan sormadan edemiyor: Bu kadar organize, bu kadar soğukkanlı, bu kadar zalim bir planı yapan birine gerçekten “insan” denilebilir mi?
Bu sorunun cevabını vicdanımızda aramalıyız. Çünkü her geçen gün biraz daha köreliyor vicdanlar, biraz daha alışıyor gözler ekranlardan yansıyan bu karanlığa. Oysa alışamayız. Alışmamalıyız. Bir kadının hayatını, gençliğini, hayallerini bir valize sığdıran bu sistemli kötülüğe sessiz kaldıkça, yarın bir başka ismin arkasından ağıt yakmaya devam edeceğiz.
Artık sadece “bir kadın daha öldürüldü” haberiyle değil, bu şiddetin nasıl organize hale geldiğiyle, nasıl cezasızlıkla beslendiğiyle, nasıl normalleştiğiyle yüzleşmeliyiz. Çünkü bu bir bireysel cinnet değil, bu bir sistematik yok ediştir. Kadınlar, çocuklar, savunmasız olan herkes bu karanlığın hedefinde.
Peki biz ne yapıyoruz? Sadece üzülüyor muyuz? Sadece lanetliyor muyuz? Yoksa gerçekten sorumluluk alıyor muyuz? Eğitimde, hukukta, medyada, sokakta, evde… Bu şiddeti doğuran ve besleyen zihniyete karşı durabiliyor muyuz?
Bugün bir valize sığdırılan bir can, aslında hepimize sığmayan bir utancı gösteriyor. Ve bu utançla ancak dayanışarak, bilinçlenerek, ses çıkararak mücadele edebiliriz. Sessiz kaldığımız her gün, kötülük daha da organize hale geliyor.
Yıllar değil…
Sayılar değil…
İsimler değil…
Artık acının tarifi yok. Kötülüğün, vahşetin, cinnetin ölçüsü kalmadı. Her yeni olay, bir öncekini unutturacak kadar dehşet verici. Her gün başka bir canilik, başka bir utanç, başka bir kurban…
Bazen bir çocuk oluyor karşımızda. Bazen akran zorbalığı diyoruz, bazen “aile içi mesele” deyip geçiyoruz. Bazen öfke anı, bazen “psikolojik sorunları vardı” gibi cümlelerle açıklamaya çalışıyoruz kötülüğü. Ama bu açıklamalar, bu tanımlar; farkında olmadan o büyük tehlikeyi doğuruyor: normalleştirme.
Bir çocuğa yönelen şiddet, bir kadına reva görülen zulüm, bir yaşlının itilip kakılması… Bunların hiçbirinin bahanesi olamaz. Canilik her yerde, her yaşta, her ortamda affedilmeyecek bir durumdur. Üzerine söylenecek hiçbir söz, hiçbir sebep, hiçbir mazeret onu hafifletmez.
Ama biz ne yapıyoruz? Olayları haberleştiriyoruz, rakamlara döküyoruz, istatistiklerle konuşuyoruz. “Bu yıl şu kadar kadın öldürüldü”, “şu kadar çocuk istismara uğradı”… Ve her seferinde toplum hafızasında bir şeyler daha siliniyor. Oysa her rakam bir hayat, her haber bir trajedidir. Her kurban, bu toplumun ihmaliyle yüzleştiğimiz bir aynadır.
En büyük tehlike, caniliği konuşurken bile duygularımızı kaybetmemizdir. Kötülüğe alışmak, ona karşı duyarsızlaşmak; en az o kötülüğü işlemek kadar karanlıktır.
Artık uyanma zamanıdır. Sadece öfkelenerek değil, değiştirerek. Sadece üzülerek değil, sorumluluk alarak. Çünkü her geçen gün daha fazla hayat, “normalleşen” bu kötülüğün içinde kayboluyor.