Yalnızlık, eksiklik değil bir keşiftir. Kendimizi en derin haliyle tanıdığımızda, yalnızlık bir kayboluş değil, buluşa dönüşür.
Yalnızlık, bazen çöllere benzer: Duru, geniş, bir o kadar da insansız. Diğer zamanlardaysa, şehirlerin en gürültülü anlarında bile yanımızda olduğu hissiyatını taşır; kalabalığın içinde bir yabancı gibi. İçinde sessizce yankılandığı anlar vardır, insanın kimseye ihtiyaç duymadığı anlar… Ama o anın sonunda, yalnızlığa her bakış açısı, bir öncekiyle çelişir. Nedir bu yalnızlık? Tanımlar, sınırlar, psikolojik açıklamalar arasında kaybolan bir duygu mu, yoksa bir yaşam biçimi mi?
İnsan, doğasının gereği bir arada yaşama eğilimindedir. Hatta bazen bu arayış öylesine güçlüdür ki, bireysel benliğini bir kenara bırakıp, topluma ait olma çabası, kendini kaybetme noktasına gelebilir. Ancak yalnızlık, tam da bu noktada devreye girer. O, bize kendimizi hatırlatmak için gelen bir dost, belki de en güvenli sığınak. Fakat ona teslim olmak, bazen en büyük korkuyu, yalnız kalmaktan duyduğumuz korkuyu gözler önüne serer. Çoğu zaman yalnızlık, kalabalıklardan daha yıpratıcıdır çünkü içindeki huzuru bulmak zaman alır ve arayış asla bitmez.
Toplum, yalnızlık kavramını genellikle olumsuz bir şey olarak kucaklar. Yalnız olmanın, eksiklik ve mutsuzlukla özdeşleştirildiği bir dünyada yaşıyoruz. Ama kimse sormaz: Acaba yalnız olmak, yalnızca bir "olmaz" mı? Ya da tam tersi, bir "olma" haline dönüşebilir mi? Hangi duygunun doğru, hangisinin yanlış olduğunu anlamak kolay değildir. Yalnızlık, bir eksiklikten çok, bir içsel genişleme olabilir. Kendini anlamak, başkalarına bağımlı olmadan hayatı kucaklamak, belki de en derin yalnızlık anlarında mümkün olan bir olgudur.
Ama bu yalnızlık her zaman romantize edilecek bir şey değildir. Bazen, evde tek başına otururken pencerenin dışındaki sesler bile, insanın kalbinin en uzak köşelerinde yankı yapabilir. Belki de yalnızlık, acı veren bir anlam kaybıdır, bir boşluk. Bu noktada, yalnızlık bir kayboluş halidir. İnsan, kendini, hem de en derin haliyle kaybeder.
Yalnızlık, bir bakıma, geçmişle ve gelecekle olan bağları çözmek gibidir. Zamanın dışında, varoluşun ötesinde bir boşlukta durmak, bir tür içsel keşif yapmak demektir. İnsan, yalnızlıkla yüzleşirken, aslında yaşamın tüm gerçeğiyle de yüzleşir. Çünkü yalnızlık, bir yere ait olmanın ötesinde, insanın kendine ait olduğu tek gerçek mekanı sunar.
Ve belki de yalnızlık, ilk bakışta bir arayış gibi görünen bir yolculuğun başlangıcıdır. Kimi zaman, en fazla insan, yalnız kaldığında gerçekten kendisi olabilir. Kendi düşüncelerinin içinde kaybolurken, başkalarına ne anlatacağının ötesinde, neyi anlamaya çalıştığıyla yüzleşir. Yalnızlık, sadece dışarıdaki kalabalıklardan değil, içsel gürültülerden de kaçmaktır. Kendini susturmak, belki de ilk adımın ta kendisidir.
Ama sonunda, yalnızlık bir tamamlanış olabilir. Kendi yalnızlığımıza dönmek, dış dünyaya rağmen bir anlam arayışı yapmak, aslında insanın en güçlü yanıdır. Belki de yalnızlık, dışarıdan gelen her şeyin gürültüsünü susturduğunda, bir insanın en derin özünü bulduğu andır. O an, yalnız kalmanın ve kendinle barış yapmanın en saf halidir.
Sonuçta, yalnızlık ne kadar korkutucu görünse de, belki de en güçlü insan, yalnız kalabilendir. O yalnızlık, insanı hem en zayıf hem de en güçlü haliyle gösterir. Hem karanlık hem de ışık, bazen yalnızlığın içinde gizlidir. Yalnız kalmak, bir yandan kaybolmuş gibi hissettirirken, bir yandan da yeniden var olma fırsatıdır.
Ve belki de en büyük yalnızlık, aslında hiç kimseyle değil, kendinle hiç tanışmamış olmaktır.