Romantik çilekeşlik
Büyük bir hevesle başladığınız bir dizi düşünün. Harika bir senaryo, incelikle işlenmiş diyaloglar, güçlü karakterler… Derken o iki karakter arasında kıvılcım beliriyor: Kadın ve erkek birbirlerini seviyor gibi ama bir türlü bir araya gelemiyorlar. Çünkü dizinin yazarı “Aşk sabır ister!” klişesini devreye sokuyor.
Suits dizisinin Harvey ve Donna’sı tam olarak böyle bir hikâye sundu bize. Donna Paulsen gibi zeki, kendine güvenen ve her anlamda mükemmel bir kadın, 8 sezon boyunca Harvey Specter’ın duygusal duvarlarını yıkmak için sabır gösterdi. Nihayet bir araya geldiklerinde ise hissettiğim şey, romantizmden ziyade bir başarı hikayesiydi: “Bravo Donna, 12 yıl uğraştın ve kazandın!” Ama asıl soru şu: Aşk kazanılacak bir şey mi?
Donna ve Harvey’nin hikayesi yüzeyde ilgi çekici görünebilir, ama özünde hepimizin aşina olduğu klişe bir formüle dayanıyor: Kadın bekler, sabreder, mücadele eder; erkek ise ancak yıllar süren bir ‘kendini bulma yolculuğu’ sonunda harekete geçer. Dizinin ustalıkla kurgulanmış diyalogları ve entrikaları, bu ilişki modelinin eskimişliğini gizlemeye yetmedi ne yazık ki.
Tam burada, YouTube’un meşhur eleştirmeni ve benim de yıllardır severek takip ettiğim Murat Soner’i anmadan geçmek olmaz. Onun eleştirileri, medyanın toplum üzerindeki etkisini gözler önüne seriyor. Kendisinin bu alanda ortaya koyduğu mücadeleyi çok değerli buluyorum; çünkü dizi ve filmlerdeki klişeler sadece bizi eğlendirmekle kalmıyor, aynı zamanda toplumsal algımızı şekillendiriyor. Daha sağlıklı, daha eşitlikçi hikayeler görmek, sadece ekranlarımızı değil, kültürümüzü de dönüştürme gücüne sahip. Donna’nın Harvey’i beklemek yerine bir terapiste gitmesi gerektiğini söyleyip, ardından bu klişeyi şöyle özetlerdi: “Zeki kadın, travmalı adam ve 8 sezon süren bir mücadele… Mantıklı mı?”
Ne yazık ki yerli yapımlar bu klişeyi bir adım ileri taşıyıp izleyiciye “Bunun daha absürt bir versiyonu mümkün mü?” dedirtmeyi başarıyor. Çünkü bizim dizilerimizde kadınlar, aşk uğruna sadece beklemekle kalmaz, aynı zamanda duygusal anlamda büyük fedakarlıklar yapar, sürekli ağlar ve her şeyin sonunda mutluluğa ulaşmak için bir “ödül gibi” kabul görür. Erkek karakterlerse ya sürekli bağırır ya şiddete başvurur ya da “belki bir gün değişir” umuduyla izleyiciyi ekrana bağlar. Kısacası ekranlarımızda romantizm değil, adeta duygusal kan davası izleriz.
Oysa sağlıklı bir ilişkide ne kadın ne erkek “kendi varlığını” feda etmelidir. Sevgi, sabır testine dönüştürülmeden de yaşanabilir. İlişkilerde fedakârlık elbette önemli bir unsur ama sınır aşılınca sevgi olmaktan çıkıp bağımlılığa dönüşür. Sağlıklı bir ilişki saygı, karşılıklı anlayış, iletişim ve duygusal olgunluk üzerine kuruludur. Bir tarafın sürekli beklediği, diğer tarafın da hazır olmayı öğrenemediği bir bağ düğümden başka bir şey değildir.
Zekice yazılmış, IMDb puanı 8.4 olan Suits bile bu klişelerden kaçamazken, yerel yapımlarımızdan bir mucize beklemiyorum elbette. Ama şunu sormamız gerekiyor: Kadın ve erkek, sevgi ve anlayışla dolu sağlıklı bir ilişkiyi paylaşmak için neden birinin yaralarını iyileştirmek ya da hazır olmasını beklemek zorunda?
Aşk, gerçekten bir sınav mı? Maraton mu? Yoksa zaten hayatın en kolay en doğal duygusu olması gereken şey mi?