Aysun Güven

Aysun Güven

GÖKKUŞAĞI

 


Herkes gökkuşağını gösteriyordu yanındakine;

-Hey baksana bak gökkuşağı rengarenk bak bak

-Anne gördün mü?

-Tatlım gökyüzüne bakar mısın?

O sabah öyle güzel bir güneş vardı ki. Göz kamaştırıcı, kıpır kıpır eden yürekleri. Yudum yudum içesin gelir bütün sabahı. Güzel bir kahvaltı edilecekti birazdan. Biraz peynir, biraz zeytin, salkımı üstünde domates, kokusu mahallenin öbür ucundan alınan salatalık. Demlendi mi çay kokar buram buram dayanamazsın. Evet şimdi hazır, bahçede yapılacak güzel kahvaltı. Küçük belikli, yanakları çilli küçük cimcime elinde nar gibi kızarmış ekmeklerle göründü. Minik paşa on aylıktı daha. Hep kardeşi olsun istemişlerdi Naz’ın. Güle oynaya yapılan kahvaltının ardından işe koyulma vakti gelmişti. İş yolunda karşılaştığı Ahmet ile Süleyman her zaman ki gibi köşeden çıkıvermişlerdi karşısına. Yol onlarla geçtiği zaman nasıl geçerdi hiç anlamazdı. Yaşadığı sıkıntı evden işe varma yolunda sıfırlanır, ama işe başlama anında tavan yapardı yeniden. Ahmet karısıyla kavga etmiş. Ama sonunda karısının istediği buzdolabı önümüzdeki ay alınmak üzere kavga sonlandırılmıştı. Süleyman ise kayınbiraderine kızmış. Bunun üzerine karısı gelince senin ailen benim ailem kavgası gece ancak iki gibi bitmişti. Onların bunları anlatışları ise inanılmaz gırgır ve şamata idi. Neredeyse yarım saattir yürümekte idiler. Gürültüler, işyerine geldiklerini gösteriyordu. Nedense sanki buralarda güneş bile bir soluktu sanki. Rüzgar daha bir korkak esiyor, çiçek varsa bile kokmaya çekiniyordu.

Biraz sonra on kişilik asansörlerle, yerin metrelerce altına inip ekmek paralarını kazanacaklardı. Yıllar önce babası, dedesi gibi. O zamanlar kendinin bu işi yapmayacağını hep düşünmüş, ama alnına yazılı bir kader gibi bundan bir türlü kaçamamıştı. Esnaflık bütün birikmişlerini götürmüş, biraz da mecbur kalmıştı evini geçindirebilmek için. Babasını ve dayısını bir grizu patlamasında kaybettiğinden beri kimseye hissettirmediği bir korkuyla metrelerce aşağı iner. Bir süre taşıkardi kalp atışlarından sonra normale dönerdi. Bunu hiçbir doktora söylememekte, aksi takdirde işinden olacağını düşünmekte idi. Amacı bir ev parası biriktirdikten sonra birinin yanında maaşlı olarak çalışmaktı. Asansörde çıt bile çıkmıyordu. Yıllanmış asansörün kendi sesi zaten o kadar iğrençti ki her seferinde konuşmuş olmayı dilerlerdi. Ama bu ayin bozulursa sanki uğursuz bir şeyler olacakmış gibi kimsenin her seferinde hiç sesi çıkmazdı. Aşağı vardıklarında hemen işe koyulmazlardı. Önce biraz aşağıya psikolojik olarak alışmanın verdiği zamanı kullanırlar. Bunu yaparken kimse birbirine bakmaz, çıplaklarmış gibi hareket ederler, bu alışma devresi bir tür kıyafet giyme seremonisine döner, herkes giyinince işe koyulunurdu.

O gün yeni bir damar üzerinde çalışmaya başlayacaklardı. Bu yüzden biraz daha zordu işleri. Koyuldular kan ter içinde çalışmaya. Sıcak buralarda anlamını yitiriyordu. Burası cehennemden bir köşe idi sanki. Alev alev her yer yanıyor, ama alevler saklanıyordu. Yüzlerindeki lav hissi onları esmerleştiriyor tenleri karaya çalıyordu. Bir darbe bir darbe daha kazmalar çalışıyor. Aklına kızını ve oğlunu getirdi. Onları düşündüğü zaman, zaman daha çabuk geçiyor, çalıştığını anlamıyordu bile. Tam da geçen gün oynadıkları saklambaç aklına gelmişti ki büyük bir gürültü koptu. Kulaklarını sağır edercesine çıkan gürültü ardından gelen toz bulutu yüzünden göz gözü görmüyordu. Herkes bağırışıyordu. Bir grizu patlaması olduğunu ve diri diri metrelerce yerin altına gömüldüklerini anlamakta gecikmediler. Nefes almak bile bir süre sonra imkansız hale gelecekti biliyorlardı. Defalarca tekrarlanmış bir filmi seyretmek gibiydi. Bu sefer filmin figuranı değil baş artistleri idiler. Bu senaryo kafalarında defalarca canlanmış, böyle bir durumda kaldıklarında daha acısız ölmek için türlü türlü seçenekler türetmişlerdi. Birden üç arkadaşın da aklına geçen sabah gördükleri gökkuşağı gelmişti. Rengarenk, hem de iki tane.

-Hey baksana gökkuşağı çıkmış. Ne kadar güzel ne kadar renkli hayat gibi, nefes almak gibi.

Ölen madencilerin anısını paylaşmak için, yıllar önce yazdığım bir öykü sonu hiç değişmeyen… İnsan olmanın en kötü yanı, tecrübelerimizin çoğunu yaşayarak öğrenmesini alışkanlık haline getirmiş olmamız, en ağır bedeli ödeyerek öğrendiğimiz çoğu şeyi, bizden sonraki nesillere aktaramayacak oluşumuz. Çünkü gençler bizlerin zamanında uygulamadıkları hayatın kendilerinden uygulanmasını istememize isyan ediyor. Doğru bir yol ise, yıllardır niye bu yoldan gidilmediğini sorguluyorlar. Ve çoğu bu işin içinden çıkamıyor. Yine deneme-sınama yolu ile öğrenmeye karar veriyorlar. Karanlıkta kalmadan aydınlığın değerini bilenlere.




ARŞİV YAZILAR